11 Ekim 2013 Cuma

Köle Ruhlular Ne Laik Olabilir, Ne Demokrat




Karanlık izin verdikçe büyür

Özdemir İnce’yi okurken ülkemizin yaşadığı buhranın temelinde akıl tutulması olduğunu daha net anlıyoruz. Ama o karanlığa gömülmenin saptanmasıyla yetinmiyor. Devrimci bir Cumhuriyetçinin bilinciyle ışık da tutuyor. Aydın olma tam da bu zorunluluk değil midir?


Özdemir İnce okurken, özellikle de son kitabı “Cehaletin Rönesansı”nı okurken, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anımsıyorum. Bunun, ‘İnce’yi okumak’ için her zaman ideal bir yöntem olacağını iddia etmemekle birlikte, benzerlikleri ve benzemezlikleri ile iki farklı dönemin bu dil ve düşünce ustalarının yazdıkları metinleri üzerinden birbirlerine sözü ikram ediyorlar. Ahmet Hamdi Tanpınar 1950 yılının ilk günlerinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Kelimeler Arasında Elli Yıl’ adlı makalesinde, insanlığın yeni bir döneme girdiğini tespit ederken, bu devrin en önemli kavramını da işaret eder: Buhran Tanpınar’ın “zamanımızın âdeta tek izahı, yahut mihveri” olarak tanımladığı buhran kavramı, “sahaları daraldıkça berraklığı artan karışık ve had realiteleri, hayatımızı farkında olmadan taşıdığımız dönülmesi imkansız ve baş döndürücü müntehaları her gün bize yeniden göstermektedir.” 1950’lerde başlayan dönemin, bugünle olan örtüşmeleri ve aykırıklarını tespit bir kenarda dursun, bugünün ana özelliği İstiklal Savaşı ile kazanılan Cumhuriyet’in ve kazanımlarının tek
tek ilga edildiği, yeni bir rejim arayışına ve kuruluşuna geçildiği bir dönem olduğunu artık saptamak gereklidir.
Buhran döneminden, ilga dönemininin sürekli buhran haline geçişin ideolojik çözümlemelerini üreten az sayıdaki öncü adın yanında, o bağlamdan koparılamayacak ama genel bir kültür birikimi üzerinden ona katkıda bulunacak ve bulunan çok az sayıdaki aydından biri de Özdemir İnce’dir.

GERİCİLİĞİN GÜNCESİ
2001 yılının ilk günlerinde Hürriyet’te başladığı ülke ve toplum hakkındaki özgün yazılarını şimdi Aydınlık’ta sürdüren Özdemir İnce de, ülkemizin ve insanımızın yaşadığı ‘buhran’ı göstermeye ve nedenler kadar süreçleri de açıklamaya yoğunlaşmıştır. Aslında İnce, “ülkenin geleceği” hakkındaki endişe ve öngörülerini çok daha önce yayınladığı “Söz ve Yazı” (1993), “Tarih Bağışlamaz” (1994), “Çile Törenleri” (1994), “Dinozorca” (1993), “Bu Ne Biçim Memleket” (1996), “Yaşasın Cumhuriyet” (1999) kitaplarında toplamıştı. Ama, “Cehaletin Rönesansı”nı okurken anlıyoruz ki, Özdemir İnce gericiliğin toplumu bir kangren gibi sarışının güncesini de tutmuştur aynı zamanda!

TEZLER KİTABI
Türkçenin yaşayan en büyük ustalarından olan Özdemir İnce’nin kitabına seçtiği ad hem düşündürücü hem de tartışma kışkırtıcıdır. İlk kez İtalyan sanatçı Giorgio Vasari tarafından kullanılan ve 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın Roma ve Yunan kültürel mirası üzerinden kendisini yenilediği dönemi ifade eden ‘Renaissance’ (Rönesans: yeniden doğuş) kavramı İnce’nin kitabının başlığında olumlu tarihsel bağlamından çıkarılıp, tamamen olumsuz bir anlam yüklemesiyle bile son derece ilginçtir. Anlıyoruz ki Özdemir İnce, Rönesans kavramını sadece sözcük anlamı ile ve tarihsel/kültürel çerçevesinin dışında kullanmaktadır. Olasılıkla, “yeni orta çağ”ın en önemli göstergelerinden olan cehaletin yatay ve dikey yaygınlaşmasına, bütün iktidar erklerini ele geçirmesine böylece kavramı ters-yüz ederek dikkat çekmek istemiştir. Özdemir İnce “Cehaletin Rönesansı”nda buhranı açıklamak üzere 5 temel tez öne sürüyor. ‘Cumhuriyet’in Saatini Bozma Mezhebi’ bölümünde, Türk sağının daha Cumhuriyet Devrimi ile birlikte feodal ve dinci gericilikle nasıl yıkıcı bir işbirliği içerisine girdiğini ve neden gerçek anlamda bir merkez-sağ partinin oluşamadığını açıklıyor. Yine o çevrelerdir ki, onlarca yılda Cumhuriyet Devrimi ile oluşan yapıyı parçalamak amaçlı her türlü iş ve güç birliğine yanaşarak merkez-sağı temsil kabiliyetini ve ehliyetini de yitirmişlerdir!

DİNİ TOPLUMA AFYON
OLARAK SUNANLAR
‘İslamcı Mitoslar ve Solcu Dindarlık’ bölümü ise, dincilik üzerinden siyaset yapanların açmazlarını ortaya koymakta. Ahlak, vicdan ve bilimin yanına uğramayanlar elbette dini topluma bir “afyon” olarak sunacaklardır. Dincilerin sol programı benimsemeleri emekçilerin inanç dünyasına bir fayda sağlayabilir. Ancak, solcuların sözüm ona “din ile barışması” sadece, dincilerin sürdürülmesine katkıda bulundukları sömürü düzenini meşrulaştıracaktır. İtirazı olan? Üçüncü bölüm ‘Siyasal İslam Öldü, Yaşasın İslamcılık’te ise, reel İslam pratiğinin sorgulandığı bir bölüm. Kız ve erkek lise öğrencilerinin birbirlerine 45 cm’den daha
fazla yakınlaşmalarını ‘İslam adına’ yasaklayan müdürden, Türkiye’nin buhranını İslam Birliği ile aşabileceğini iddia eden Mehmet Şevki Eygi’ye kadar çeşitli kesimler ve düşüncelerle girişilen polemiklerin yer aslında bir sonraki, İslamcılığın kendisini Yeni Osmanlıcılık olarak sunmaya hazırlanmasının tartışılacağı bölümün ‘giriş’
anahtarı niteliğinde. Önce, Cumhuriyet Devrimi’nden rövanş alma üzerine kurulu bir hesaplaşmanın alt-metni olarak sunulan “devr-i saadet’ul Osmaniyye” ile AKP iktidarının, Türkiye’nin “bölgesel güç” haline geldiği illuzyonu ile gerçeğin karşılaştırılmasında uluslararası ilişkiler bağlamında tam anlamıyla “buhran” yaşattığı ve yaşadığı açığa çıkıyor. ABD’nin jandarma çavuşu rütbesinden öte gidemeyerek, “yeni nesil Osmanlıcılık” nasıl
yapılıyor görüyoruz. Özellikle Arap dünyasında, ‘Osmanlıcılık’ların yenisi veya eskisinin tedavüle girebilmesinin imkânsızlığı en yeni olarak Mısır’da yaşananlarla ortaya çıktı. Üstelik, ‘Devr-i Osmanlı’ çok küçük bir azınlık için ‘saadet’ ile eşanlamlı görülebilir, fakat ezici çoğunluk için açlık, yoksulluk ve zulüm demekti. Kitabın son bölümü Arap dünyasındaki gelişmelerle ilgili. Özdemir İnce, ‘Arapların Gerçek Baharı: Laiklik’ adlı bölümde Arap ülkelerindeki ayaklanmaların ancak laiklikle birleştiğinde anlamlı olabileceğine ve halkın yaşam koşullarının gerçekten değişebileceğine vurgu yapıyor.

BUHRAN, YİNE BUHRAN
İnce’yi okurken ülkemizin yaşadığı buhranın temelinde akıl tutulması olduğunu anlıyoruz. Bilim-dışılığın egemenlik sahasının genişlemesi ile dincilik referanslı cehaletin artması paralel gelişme gösteriyorlar. Cehalet ateşinin söndürülmesi ancak rasyonalizm ve bilim ile olanaklı olacaktır. Özdemir İnce’yi anlamak için, Ahmet
Hamdi Tanpınar’ı yardıma çağırdım. Çünkü, nesnelliği ve bilimi hayatı kavramak ve yorumlamak için temel ölçütler olarak belirleyen İnce’nin sorguladığı ‘statüko kayması’ Tanpınar’ın buhran tahlilleri ile örtüşüyordu. Bu iki büyük düşünce adamından ilki Cumhuriyet’in kireçlenme dönemine tanık oldu ve tahlilde bulundu.
İkincisi ise ‘ilga’ dönemini tahlil etti. Bir farkla; Özdemir İnce sosyalizmin ufkundan bakarak çözüme işaret etti. Onun için karanlığın koyusunda aydınlığı da bulabiliyorsunuz yazılarında. Ufkumuzu açan kaç yazar kaldı?

Çağının çağdaşı bir usta şair : Özdemir İnce

Özdemir İnce, doğrudan şiirleriyle farklı, özgün ve modernist bariyerleri aşarak kendi “şair” kimliğini kurarken, eşzamanlı olarak bu şiirin akışını tıkayan poetik yanlışları, eleştirinin tutunduğu hurafeleri ve sorgulanmamış kabulleri temizlemek ve çağdaş modern şiirin evrensel ölçütlerini dil ve düşünce dolayında sağlam verilerle okurun bilgisine açmak zorunda kalmıştır.

1/ Cumhuriyet öncesi ve özellikle de sonrası şiirimizi tarihleyerek dönemlere ayırmak, bu dönemlerde yazılan
şiirleri bir ana yönelime odaklanarak incelemek yaygın bir yöntem; bunun da anlaşılır pratik nedenleri var. Öte yandan her tanımlama, adlandırma, sınıflandırma ve dönemlere ayırma kaçınılmaz bir indirgemeyi göze alır. Ne tarih, ne de sanatsal süreçler vagonetler halinde yol alır; tarihsel dönüşümler gibi sanatsal kırılmalar da dünden yarına süregiden, geçirgen ve iç içe olgulardır. Eskiyenle yeni olan, bakışımlı biçimde biri ötekinde ölmeye yatarak ve filizlenerek kendini yazar. Ama bir inceleme yöntemi olarak tarihleriz, dönemlere ayırırken
ana yönelime odaklanırız ve indirgeriz. Öteki alanlara göre şiirde bunun dramatik bir sonucu daha vardır, olmuştur : Cumhuriyet sonrası Türk şiirini dönemlere ayırarak incelerken, popüler ilginin parlattığı ana yönelimin dışında kalan şairler gerektiği ölçüde çözümlenememiş; şiiriyle belki de Türk şiirinin kurucularından
olduğu tartışılmaz bazı şairler eksik ya da yanlış tartılmış ve geçerli çözümleme kodlarından farklı şiirseller akademinin ve eleştirinin frekansından kaçmıştır. Kendi yörüngesinde seyreden bu şairlere sokulabilmek, şiirlerini ve poetikalarını açımlamak için verili paradigmanın dışına çıkılması zorunludur; düşünsel ve kültürel dolayımın doğru kurulması, çağının yazınsal grameriyle temas edilmesi gerekir. Özdemir İnce’ye böylesi bir poetik perspektiften bakmaya ve bunun şiirsel, düşünsel, kültürel ve metafizik bağıntılarına dokunmaya çalışacağım.

2/ Daha ilk gençlik dönemi şiirlerinde ana akımın dışına taşan bir imge örgüsü, sözcük ve ses düzeniyle ayrıksı bir şairdir. Yabanbir duyarlık, maddileşen bir dil, toplumsala köklenen bir lirizm, doğayı alışılmadık biçimde şiire çağıran bir duyusal genişlik ve elbette sağlam çatılmış bir zihinsel donanım. Sonrasında, üst düzey Fransızcasıyla temas ettiği çağdaş Batı şiiri ve onun kurucu yazınsal haritası, Türk şiirinin bu büyük ustasının “kendi tarlasını kendi açarak” kurduğu şiir dünyasının eşik taşı olur. Yukarıda işaret ettiğim ayrıksı ve yaban şiirsel, zorunlu bir poetik inşâyı ve dolayısıyla kuramsal düzeyde göğüs göğüse bir uzun ve zorlu çabayı da gerektirmiştir. Başka biçimde söylersek: Özdemir İnce, doğrudan şiirleriyle farklı, özgün ve modernist bariyerleri aşarak kendi “şair” kimliğini kurarken, eşzamanlı olarak bu şiirin akışını tıkayan poetik yanlışları, eleştirinin tutunduğu hurafeleri ve sorgulanmamış kabulleri temizlemek ve çağdaş modern şiirin evrensel ölçütlerini dil ve düşünce dolayında sağlam verilerle okurun bilgisine açmak zorunda kalmıştır. Bu zorunlulukla, modern yazınsal söylemin yapısını ve bunu açımlayan kavramları, havasızlıktan boğulan yerel eleştirinin önüne sermiştir ; bıktırıcı tartışmalardan doğan parlak metinlerle de özellikle genç şiirin referans paftasını kökten değiştirmiştir.
Bu dönem yazılarının toplandığı üç kitap (Şiir ve Gerçeklik, Tabula Rasa, Yazınsal Söylem Üzerine) özellikle son yıllarda akademideki tez çalışmalarında ve poetik yazılarda kaynak niteliğinde sıkça kullanılmaktadır. Dahası, bu üç kitapla derinliğine yüzleşmeden şiir yazmak, peşin başarısızlıkları göze almak demektir; çünkü bu kitaplardaki yazılar bir yandan yazılmış ve yazılmakta olan şiirdeki kuramsal yanlışları, eksikleri onarmakta, aynı zamanda modern şiirin sınır örnekleri ve kurucu metinleri üzerinden şiirsel söylemin bütün kuytularını aydınlatmaktadır. İmge, sözcük, dize kurgusu, gelenekten yararlanma, şiirsel anlamın yapısı, üstgerçeklik, şiirsel hakikat , nesnel bağlılaşık, metinlerarasılık, toplumsallık, bildirişim, yapısalcılık gibi onlarca poetik sorun açık ve yalın bir dille, sağlam dayanaklarla ve modern zihinselin paradigmaları dolayında çözümlenmiştir. Mehmet Fuat’ın söyleyişiyle, başka hiçbir eser vermeseydi bile, yalnızca bu üç kitap Özdemir İnce adının edebiyatımızda saygın bir yer edinmesine yeterdi.
Bu poetik inşâ ve onarım gerektiği ölçüde hep sürmüştür. Sistematik olmasa da, kimi zorunlu hallerde sorunlar ve doğrudan şairler hakkında edebiyat tarihimizi aydınlatıp doğru tanıklıklarla zenginleştiren metinler yazmıştır ve genç şairin önünde hurafeden arınmış bir şiir atmosferi kurulmasında etkili olmuştur. Kısaca anımsamaya çalıştığımız bu kuramsal katkılar ve poetik onarımlar, elbette ve öncelikle kendi şiirinin önünü açmış ve okur nezdinde doğru bir eleştirinin inşâsını sağlamıştır. Şimdi yine bu şiirin çağdaş Türk şiirindeki kurucu değerine işaret eden poetik, düşünsel ve kültürel omurgasına dair notlar düşmeye çalışacağım.

3/ Özdemir İnce, modern şiirin kurucu isimleri üzerinden başlatır poetik tartışmayı; çağdaş şiirin köklendiği biçimsel ve düşünsel kırılmayı konuşabilmek için. Türk şiir okurunun önüne her açıdan yetkin bir ön metin eşliğinde üç şairin şiirlerini çevirerek koyar: Aloysius Bertrand, Rimbaud ve Lautréamont. Bu şairleri çevirerek ve kesinlikle birer doktora çalışması ağırlığında birer metinle, çağdaş şiirde sentaksa ve semantiğe dair bütün sorunlarla kapsamlı bir yüzleşmeye oturur; bu şairlerin poetik ve zihinsel yapılarını çözümler (bu üç kitaptaki metinler, öteki benzer çalışmalarla birlikte “Şiirde Devrim” adlı kitapta toplanmıştır). Bu bağlamda ve özellikle üstgerçekçi sanatın bizde kavranan anlamıyla nasıl zincirleme bir yanlışı beslediğini bu kurucu şairler üzerinden tartışırken, “Ben Bir Başkasıdır” önermesinin poetik hacmini ve şiire kazandırdığı yeni, benzersiz enerjiyi açımlar. Öte yandan, “Duyusal Bireşim” kavramından hareketle “Başkası da Ben’im” önermesini kurar. Böylece beliren bir dünya kavrayışı ve bilinç dönüşümü, sosyo-kültürel katmanda bir etik sorunu derinliğine işaret etmekle birlikte esas olarak Özdemir İnce şiirini dil ve anlam diyalektiğinde yapılandıran bir poetik nitelik kazanır. Evrenle, insanla, eşyayla, zaman ve mekânla bakışan şair-özne, bakıştığıyla bir töz dönüşümüne varır ve “var-oluş”a dair bütün sıkışmayı dilde aşmaya çalışır. Onun has okurları, şiirlerindeki çağrışımları, sözcük ilişkilerini ve imge örgüsünü çözdükçe kendilerini bekleyen duyusal/düşünsel hazza da yoğunlukla buradan dokunduklarını bilirler. Bu şiirsel, insanla doğa arasındaki dikotomik kopuşmayı siler; ötekileşerek kendilik kurabilmeyi, kendinden çıkmadıkça kendine varabilmenin imkânsızlığını bir empati cılızlığının ötesinde, duyusal ve dilsel bir deneyim düzeyine taşır; Ben’i kendi doğasına doğru sürükler. Aslında Özdemir İnce şiirinin öteki özgün zihinsel ve poetik öğelerini tam da buradan konuşmak mümkün: Zamanın rasyonel çizgisel akışını kırarak bilinçakışı kavramına taze ve çok daha kapsayıcı bir güç kazandırır. Şiirlerindeki şaşkınlık verici dilsel bağıntılar, alışılmadık yabanlıkta ve özgün bir zihinsel örgüyü işaret eden imge kurgusu, geçmiş/ gelecek hattını bütün bir zamansal algıyı dolduran bir Şimdi’ye çökeltir. “Bir” sayı sıfatını niteleme sıfatı halinde mekân, zaman, olgu ve özne bildiren sözcelerin önünde kullanarak olayı, olguyu ve hepsinden öte şair-özneyi dramatik düzeyde nesneleştirir; ötekileştirir. Zaman/ mekân algısındaki bu modernist kalkışma bütün şiirin epistemik ve ontolojik omurgasını oluşturur.

4/ Fenomenolojik Bilinç içeriğini kuran temel düzeylerin oluşturucusu çocukluğu Toroslar’da geçmiştir; geniş ailenin bütün insanî ilişkileriyle örülü bu dönem, elbette travmatik acılarıyla iç içe, Özdemir İnce şiirini boydan boya kat eder. Başta anne (Güççük Gelin) olmak üzere hala (Kevser), baba (Noter Ahmet), dede (havaca Nauma zift ve katran üretir), Deli Hapa ve “bataklığın yapışkan derinliklerinden / yükseliyor maskeli yüzüm / mahşere beygiri çevirdikçe burgacı” : Tekdiş Özdemir… Otları, suları, hayvanları ve gizemli kuytuları zonklayan bir zamanı çağıran Toroslarda, hâlâ ve hep koşturup duran bir çocuğun anlamsız tekerlemesi duyulur; “beni bütün kırlangıçlara dönüştüren büyülü sözcük: Keskindoreke Fındınfalava!” Ve bu anlamsız tekerleme, o çocuğun yetmişinci yaşına armağan bir şah kitaba ad olur ; güçlü çağrışımlara, metaforlara, güncel ve evrensel bağıntılara kaynaklık eder. Böylece onun kenti olan Mersin’le dünya arasında salınan bir dilsel şölen oluşur; Elsa’nın Gözleri’yle Toroslarda içilen su arasında bir bilinç kamaşması yaşanır; dedenin katran ocağından emek teorisine, arı sürüsünün hücumuna maruz kalarak bir yıl bilinçsiz yattığı çocukluk
travmasından varoluşsal acılara ve kırılmalara, dile-gelen otlardan sosyokültürel menkıbelere bir uçsuz bucaksız zaman/mekân sarmalı oluşur. Marksist bir geleneğe bağlı şair, poetik gücünü ve kapsamını da doğayı, zamanı, mekânı, eşyayı ve olguyu fizik zorunlulukları ve çizgiselliği aşarak kazanır. Sarmal zaman, mozaikleşen mekân, her deneyimle koyulaşan geçmiş ve bütün çökeltiye durmadan genişleyen bir kuyu gibi kendini açan bir “şimdi”, Özdemir İnce şiirinde Metafizik bir evrene bitişir; kendi ifadesiyle : “Materyalist bir metafizik !” Burada kısaca oyalanalım.

5/ “Özdemir İnce Şiirinde Metafizik” konulu kapsamlı bir çalışmam halen masamda; modern şiirin duyusal bireşim örgüsü ve varoluşsal sıkıntılar içinden işleyen imge kurgusu, doğanın ve var olanın rasyonel bütünlüğünü ve anlamını sorunlaştırmada poetik bir imkândır ve elbette metafizik bir katmanda çalışır.
Epistemik olmaktan ziyade ontik bir mahiyette şiire boşalan bu imkân, mitolojiden bütün inanç sistemlerine, insanlığın kıymetli kültür mirası olan kutsal metinlerden menkıbelere ve masallara dolanan bir zenginliği işaret eder. Dünya şiirinde kendine yer açmış bütün büyük şairler, dilsel ve poetik güçlerini bu zenginliğe katılarak kazanırlar. Seküler aklın ve vulger materyalizmin ıskaladığı bu metafizik dolayım, “Ben Bir Başkasıdır” önermesiyle yüzleşebilmenin, zaman ve mekân içinde seyreden bireyin kişisel ve toplumsal macerasını anlamlı bir bütünlük halinde kavrama çabasının ta kendisidir. Bilimsel bilgiyle metafizik evrene dair sezgisel, duyusal, sözel ve yazısal bütün dilsel yığınaklar sanatta ve özellikle şiirde sarmallaşarak kendi hakikatini oluşturur. Böylece, epistemik olanla ontik olanın, yani bilgibilimsel olanla varoluşsal olanın arasına gerili dikotomik zihinsel engel aşılır; olan ve olmayan, dün ve yarın, yas ve umut, doğum ve ölüm, kötülük ve vicdan, varlık ve hiçlik, aşk ve nefret, giden ve kalan, bağıran ve susan, kör ve ışık, su ve ateş buluşur ve insana dair bulanık hikayenin anlamını açar. Özdemir İnce şiiri, bütün bu kavrayışın yalnızca Türk şiirinde değil, dünya şiirinde güçlü bir örneğidir. Nitekim, Mallarmé Akademisi Üyeliği (Paris 1983), Uluslararası Şiir Araştırma Merkezi Muhabirliği (Brüksel 1983), Liege Uluslararası Büyük şiir Ödülü Seçici Kurul Üyeliği (1983,1992),
1996’da kurulan ve merkezi Strasbourg’da bulunan Şiir İçin Avrupa-Akdeniz Şiir Ağı’nın (RUEMEP) kurucular kurulu ve yönetim kurulu üyeliği ve 1990 yılında Fransa Hükümeti tarafından öteki sanatlarla birlikte edebiyat alanında verilen Officer Nişanı Ödülü, Özdemir İnce’nin dünya şiirindeki konumuna dair işaret taşlarıdır. Asıl işaret taşları ise elbette sayısı yüzleri aşan şiir, düzyazı, çeviri kitaplarıdır. Onun kuramsal çabalarıyla iç içe Türkçeye ve dünyadaki bütün has şiir okurlarına armağan ettiği şiirleri, çağdaş şiirimizin dilsel ve zihinsel hacmini genişletmiş, modern dünya şiiriyle temas imkânlarına kavramsal/poetik bir zemin hazırlamıştır. Bugün şiir yazan herkesin önündeki çıtanın hazırlanmasında, poetik yazılarıyla ve şiirleriyle onun çok saygın emeği, katkısı vardır. Çok daha önemlisi: Onun onarıcı yazıları ve önümüze koyduğu kavramsal açılımlarla “Türk Şiir Eleştirisi” dünden daha ileridedir.

Demokrasi su ise testi laikliktir
‘CEHALETİN RÖNESANSI’ ÜZERİNE ÖZDEMİR İNCE İLE

Demokrasi su ise testi laikliktir. Ben testinin içinde şarap olmasını tercih ederim. Türkiye nüfusunun en azından yüzde ellisi dünya ortalaması düzeyinde ise bu laiklik sayesindedir. Köle ruhlular, laik ve demokrat olamaz. Özgürlüğü laiklik ve demokrasi yaratıp besler.

Karşımda öyle çok Özdemir İnce var ki; yazar, şair, eleştirmen, çevirmen, editör, köşe yazarı Özdemir İnce... Unuttuğum oldu mu acaba?... Böyle olunca, müşkülpesentliği, maddenin tabiatı kâbilinden... Niyetim elbette nefesimin yettiğince bir fikir düellosu; tıpkı sevdiği gibi. Hem de en adil olanından; tıpkı istediği gibi.


Öğretmenlik yaptığınız, Ülker Hanım’la nice zorlukları göğüslediğiniz günlerden başlayalım mı? Gerçekten de Özdemir İnce için milat mıdır o günler?

Benim hayatımda birçok dönüm noktası var: Ülker, askerlik, Paris, TRT televizyonu, köşe yazarlığı gibi. Ülker’le tanıştığımda o 18 yaşındaydı, ben 20. Hayatımın en umutsuz günleriydi. Hukukta okuyordum, ama birdenbire ezberleme yeteneğimi yitirdiğimi fark ettim. Hukukta okuyamayacağımı anlamıştım. O günlerden birinde Can Yücel, Asım Bezirci ve ben, bir öğle sonu Ankara Posta Caddesi’ndeki bir meyhanedeydik. Can, nerede okuduğumu sordu. Sıkıntımı anlattım. Askerliğimi yapıp Paris’e gitmeyi düşündüğümü söyledim. Bunun üzerine Can “Müstantik olmayacaksan, dava vekili olmayacaksan ne bok yemeye hukukta okuyorsun” dedi. “Mademki Gazi Terbiye’nin kütüphanesinde çalışıyorsun, oranın Fransızca Bölümü’ne
gir” dedi, “Fransızca öğren öyle git Fransa’ya”. Yıllar sonra Can’a bu konuşmayı hatırlattığım zaman, “Hadi ordan” dedi, “ben böyle ciddi şeyler konuşmam!” Can gırgırdı ama ciddi olması gerektiğinde çok ciddi olurdu. Bu bir milat değil mi? Ülker, İngilizce Bölümü’nde okuyordu. İngilizcesi çok iyiydi. ABD’ye gönderilecekti. Ama nedense olmadı. Can’ın dediğini yaptım. Giriş sınavını (yazılı, sözlü) kazandım. İyi bir öğrenciydim. Ama hocalar nedense benim öğretmen olmayacağıma karar vermişlerdi; Tahsin Saraç bile. Bu yüzden Fransa’ya benim yerime başkasını gönderdiler. Yedeksubay okulunda, doktorlar dışında her meslekten insan vardı. Doçentler, kaymakamlar, iktisatçılar, mülkiyeliler falan; hepsiyle kendimi karşılaştırma olanağı buldum. Moralim düzeldi. Öğretmenlik yaparken Fransız hükümetinin açtığı sınavı kazandım. Paris Üniversitesi’ne (Sorbonne) gittim. Yabancı Ülkelerde Fransızca Öğretmenleri Enstitüsü ile Fonetik Enstitüsü’nde okudum. Türkiye’ye döndüm. Amacım, Ülker’i alıp Paris’e dönmekti. Doktora bursum çıkmak üzereydi. Ama Ülker’i Aydın’dan Yalvaç’a sürdüler. Demirel döneminde sürgüne gönderilen ilk kadın oldu. Bu arada ben birkaç kez tekrar Fransa sınavına girdim, kazandım; ama Milli Eğitim Bakanlığı hepsini iptal etti. Öğretmenlik yaptırmayacaklarını anladım. Bu arada, TRT’den bir öneri aldım arkadaşlar aracılığıyla. 1969 yılında oraya geçtim. Ülker’le tanıştığımın ertesi günü masaya bir İngilizce şiir antolojisi koydum ve Ezra Pound’un bir şiirini çevirmesini istedim. Çevirdi. Çeviriyi Muzaffer Erdost’a verdim; İkinci Yeni’cilerin dergisi Pazar Postası’nda yayımladı. Ülker’in çevirmenliği böylece başlamış oldu.

YA EMEKLİ OL YA DA
BİZ EMEKLİ EDERİZ
İkinci durak TRT yılları olmalı...

Uzun hikâye... Önce Dış Haberler’de çalıştım çevirmen olarak. Sonra 1970 başında Televizyon Dairesi Başkanı rahmetli Mahmut Tali Öngören, kurulmakta olan televizyona aldı beni. Televizyonda çalışırken Dış Haberler’e de çeviri yapıyordum. Maddi durumum iyileşmişti. Ülker, öğretmenlikten istifa etti; Hacettepe Üniversitesi İngilizce Bölümü sınavını kazandı. Gazi’den getirdiği kredilerle dördüncü sınıfa girdi. Bitirdi. Master yaptı. Doktoraya başladı ve Hacettepe’nin Yabancı Diller Okulu’na girdi. 1971’de ORTF’de (Fransız Radyo Televizyon Kurumu) en azından bir yıllığına Paris Televizyonu’nda stüdyo rejisi stajına gidecektim. 12 Mart darbesi oldu. Gözaltına alındım ve yurtdışına çıkışım yasaklandı. Şimdi burada tekrarlamam gereksiz; TRT’de yaptığım işler, internette vikipedide yazıyor. 12 Eylül darbesinde, “Ya emekli ol ya da biz emekli ederiz” yasası ile emekli edildim. 45-46 yaşımdaydım.

Can Yayınları, ardından Telos Yayınları... Çevirmenliğe zaten başlamıştınız. Ama editörlük ve yayın yönetmenliği var şimdi sırada. Hem de Türkiye’de editörlük kurumunun kurucusu olmak var... Bugün hâlâ tam olarak bilinmeyen editörlük kurumunun kurucusu, editörü ve editörlüğü
nasıl tarif ediyor?

1982 başlarında emekli edildim. Televizyonculuk işini teorik ve pratik olarak bilen, kuruluşta yapının planlamasını yapmış, az bulunur biriydim. İçimden kıs kıs gülüyordum. Özel televizyonlar kurulurken nasıl olsa işleri bana düşecekti. Kimse kapımı çalmadı, yanımızda kâtip olarak çalışanlara gittiler. Zeki Sözer’in de kapısını çalan olmadı. Çünkü sulu zırtlak televizyonun önündeki engeldik. Televizyonda reklama karşı olduğum için, reklamcılar da uzak durdular. Attila İlhan’a göre, Ecevit döneminde reklam karşıtlığı yüzünden TRT’ye genel müdür olma şansımı yitirmişim. Kimse iş vermedi. Taa 1988-89’a kadar. 1957’den beri arkadaşım Erdal Öz, Ülker ve benim kendisiyle Can Yayınları’nda çalışmamızı istedi. Can Yayınları’nda 6 yıl editörlük yaptım, yabancı edebiyatlar bölümünü yönettim. Yayınevlerini genellikle yazarlar kurduğu ve yönettiği için editörlüğü de kendileri yapıyordu. Yüzde yüz demesem bile yüzde doksan tam yetkili ilk ücretli editör ve yayın yönetmeni olduğumu söyleyebilirim İyi ve seçkin edebiyat, bağımsız ama sorumlu editörlerin omuzlarında yükselir. 40 yaşına kadar editör yamağı olunur. Sonra şans yaver giderse editör. Yazınsal patron, editördür. Editörlük mesleğine 1970’ten itibaren hazırlanıyordum. Hazırlıklarım, defterlerim, programlarım vardı. Can’a bunları uyguladım. Ayrılırken, yayınevine en azından 5 yıl yetecek klasör bıraktım.

Ve köşe yazarı Özdemir İnce... “Hürriyet” ve “Aydınlık” gazeteleri... Nasıl başladınız köşe yazarlığına?

Kendimi yıllardır gazete yazarlığına hazırlıyordum. Demokrasi su ise testi laikliktir. Ben testinin içinde şarap olmasını tercih ederim. Türkiye nüfusunun en azından yüzde ellisi dünya ortalaması düzeyinde ise bu laiklik sayesindedir. Köle ruhlular, laik ve demokrat olamaz. Özgürlüğü laiklik ve demokrasi yaratıp besler Demokrasi su ise testi laikliktir Ertuğrul Özkök, 1999 yılı ortalarında, beni “Hürriyet”te yazmaya davet ettiği zaman “Söz ve Yazı” (1993), “Tarih Bağışlamaz” (1994), “Çile Törenleri” (1994), “Dinozorca” (1993), “Bu Ne Biçim Memleket” (1996), “Yaşasın Cumhuriyet” (1999) adlı kitaplarım çoktan yayımlanmıştı. 1000 sayfaya yakın makale, deneme, araştırma… Bugün yazdıklarım, o kitaplardaki yazıların tekrarıdır. AKP’nin bugünlerini 1970’lerde, 80’lerde tasvir ediyordum. Günümüz köşe yazarları çok şeyler öğrenebilirdi bu kitaplardan. Bu 6 kitabın oluşturduğu “Yazmasam Olmazdı ve Mahşerin Üç Kitabı”nın yeni basımlarının yıllardır neden yapılmadığı Doğan Kitap’a sorulmalı. Benim açımdan bir tenezzül sorunudur!

MERKEZ SAĞ DÜŞMANLARINI
KOYNUNDA BESLEDİ
Köşe yazılarınızda işlediğiniz önemli konulardan biri de “Sağ”... Gerçek anlamda merkezleşmeyi başaramamış Türkiye sağının ta Hürriyet İtilaf’tan günümüze kadar hayatta kalmış açmazları.

Bahsettiğim altı kitapta merkez sağı “Merkez Sağın Trajedisi” başlığı altında anlattım. Merkez Sağ kendisini İslamcılıkla, Panislamcılıkla, Türkçülük ve Pantürkçülükle karıştırmış ve yapısını “Milliyetçi Muhafazakâr” olarak tanımlamıştır. Bu sıfat ancak dinci ve ırkçı gericiliğin sıfatı olabilir. Fransız merkez sağı, laik ve cumhuriyetçidir. Türk merkez sağı kendi koynunda, seralarında başdüşmanlarını besledi, büyüttü ve onlar tarafından boğuldu ve zehirlendi. Laik ve cumhuriyetçi olması gerektiğini nihayet anladı ama geçmiş ola!...

AKP iktidarından söz edelim mi şimdi de? Cumhuriyet’in Saatini Bozma Mezhebi diye tanımlıyorsunuz AKP’yi “Cehaletin Rönesansı” adlı kitabınızda.

AKP’nin gerici geleneği, devrimci cumhuriyet geleneğinden eskidir. “İstemezük” çü ulema ve ilmiye sınıfına
ve yeniçerilere dayanır. AKP hem kara cahil hem kara gerici. Yüzme bilmeden denizde kaptanlık yapıyorlar. AKP eğer bugün iktidarda ve gemiyi kayalara çarpmak üzereyse bunun tek sorumlusu Merkez Sağ’dır, Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e kadar. Turgut Özal merkez sağdan değildir, AKP’lidir!

Ortadoğu... Bunca zengin topraklara sahipken bunca maddi ve manevi sefalete mahkûm! Ya da Ortadoğu nasıl kurtulur?

Ortadoğu’nun Müslüman toplulukları laik toplumlara dönüşmeden onlar için en küçük kurtuluş umudu yoktur. Demokrasi su ise testi laikliktir. Ben testinin içinde şarap olmasını tercih ederim. Türkiye nüfusunun en azından yüzde ellisi dünya ortalaması düzeyinde ise bu laiklik sayesindedir. Köle ruhlular, laik ve demokrat olamaz.
Özgürlüğü laiklik ve demokrasi yaratıp besler. Türkiye’nin geri kalan yüzde 50’sinin özgürleşmesi için Kur’an’ın doğru çevirilmesi ve yorumlanması gerekir. En başta Nur Suresi 31. ayetin. Kur’an’da baş örtmek zorunluluğu diye bir şey yoktur. Saptırma, dinci esnafın işi! Tanrı, eğer adil Tanrı ise, “Allah rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı. (Rızıkça) üstün kılınanlar, ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi eşit olmuyorlar?” (Prof. Dr. Süleyman Ateş meali, Nahl Suresi 16. ayet) demez. Bu ayet gerçek olamaz, saptırılmıştır. Tanrı bazı insanlarını neden bazı insafsız namertin insafına teslim etsin?

Ortadoğu ile AKP’nin kesiştiği yerden, Yeniosmanlıcılık’tan bahis açalım mı? Yeniosmanlıcılığın Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya Muhteşem Bir Sefalet vaat ettiğini söylüyorsunuz

Müslüman Ortadoğu’nun çağla barışması kendisine bağlı. Selefiler ve Müslüman Kardeşler “Biz neden çağa ve Batı’ya uyalım, onlar bize uysun” diyorlar. Eski ihtişama tekrar kavuşmak için Peygamber zamanının İslamına dönmek gerekiyormuş. Kölelik yolunda yolları açık olsun. Kendi keyfleri bilir, Müslüman toplumlar çağa uyacak. Başka çare yok! Para ile teknoloji ve sanayi ürünleri, İngiliz, Fransız futbol kulüpleri satın alınarak çağa uyum sağlanmaz. Müslüman dünyası ilkin kadınla sorununu halledecek. İslamcı Müslüman erkeğin sorunu dinsel değil cinsel. Kadından ve onun cinsel organından korkuyorlar. İsrail de Ortadoğu’da ama onların çağla sorunları yok! İslamcılar bunun cevabını vermek zorunda. Aynı bölgenin Hıristiyanları da Müslümanlarından daha ileride. Yeni Osmanlıcılık bir hayali hikâyedir. Aç tavuğun kendini arpa ambarında görmesidir. Arap, Osmanlı’dan nefret eder. Araplar, Türkiye’den ve Türklerden değil, AKP hükümetinden nefret ediyorlar. AKP gidince, can ciğer kuzu sarması olmadan, gece yatılarına gitmeden, kirve olmadan ciddiyet içinde, bir haftada işler düzelir. Aslında öyle çok şey var ki daha konuşulacak... Hiç değilse değerli okurlarımıza söyleşimizi tamamlayacakları bir başka adres gösterebiliriz. Özdemir İnce’nin “Cehaletin Rönesansı” adlı kitabı bu hafta raflarda yerini aldı, duyurulur...

-------------------------------------------------------------
Cehaletin Rönesansı Kitabını %25 İNDİRİMLİ Satın Almak için Tıklayın;